SARDUNYA SOKAK-UMUT (Bölüm 1)
Merhaba arkadaşlar, uzun emekler sonucu yazdığım romanı sunmaktan onur duyarım.
Bu roman, Yaşar Kemal ile ilmek ilmek işlediğimiz,tavsiyelerini kulağıma küpe yapıp yeniden kaleme aldığım bir romandır.
Yaşar Kemal ile tanışmamızı,yaşadıklarımızı anlattığım röportajlardan birkaçı:
http://www.milliyet.com.tr/yasar-kemal-in-kanatlari-altinda-gundem-2025067/
https://www.birgun.net/haber-detay/yasar-abi-bana-fukara-derdi-76051.html
Yorum yapmayı unutmayın lütfen..
Okuyanın gözünden kitap daha değerlidir.
Keyif almanız dileğiyle..
UMUT…
Aceleyle evden çıkmaya çalışıyorum.
Ayakkabımın tekini odamda, yatağımın altında bulmanın verdiği huzursuzlukla
otobüse yetişmeye çalışıyorum. Yatağımın altı hep böyle karışık mıydı?? Dar
vakitte neleri görmüştü gözlerim. ODTÜ’den kalan bildiriler, Kuğulu gölde
çekilmiş bir kaç fotoğraf, Ayhan’ın o değerli hediyesi..Beyazıt otobüsünün
peşinden koşarken az gördüğüm bu birkaç anı gözlerimin önünden gitmiyor.İnsan
geçmişiyle vardır.Geçmişten kaçarak geldiğim bu şehir..Koca İstanbul.. Bana
açtığın kollarının arasında şimdi sıkıştım kaldım.Ne çok kafam var.Acaba kaçını
yedim? Şimdi kaç kafam kaldı??
Otobüslerde kısa mesafe binenlerle uzak mesafede binenlerin aynı ücreti
ödemesini hiç anlamam.. Burada bile bir adaletsizlik var diye düşünürüm hep.Her
sabah bu fikirle bindiğim bu otobüs beni alıp götürür Beyazıt semalarına.
Etrafta hep aynı yüzler.Polis panzerleri, turistler ve turistleri göz hapsine
almış esnaflar. Topuklarımla bata çıka yürüdüğüm bu yol bana hep ilk iş günümde
yine bir yağmurlu günde yere
yuvarlanışımı hatırlatır. Yine acele ile evden çıkmışken parfümümü sıkmadığımı fark
edip eve geri dönme gafletinde bulunmuştum. Şimdi düşününce beyninin ne
kadarını kullandığının bile farkında olmayan küçük bir kadın olarak görüyorum
kendimi. Ne kadar da küçük detaylara takılıp kalıyorum. Yağmurun şiddetiyle bir
yandan şemsiyeyi tutarken bir yandan da, küçük yol taşlarına özenle bastığımı
düşünerek hızlı adımlarla okula yetişmeye çalışıyordum. Yine olaylı bir Beyazıt
günüydü..Kaldırıp kafamı; beni hüznünle mi karşılıyorsun İstanbul? Dememle
kendimi yerde buluşum bir olmuştu..Topuklarımın kurbanı olmuştum.Bir türlü
alışamadığım topuklarım..
Ankara’nın ruhuyla İstanbul’u karşılaştırmaktan ne zaman vazgeçebilirim
bilmiyorum.Uzun uğraşlar verdim bunun için..Önceleri 6 saatlik yolu 2 haftada
bir çekmeyi göze almakla başlayan bu süreç ayda bir ve 3 ayda bire dönerek,
şimdiyse Ankara’yı uzaktan severek sürüyor.Ama bu şehre bir kere alıştıktan
sonra kopmak zor oluyor.. Sinsi sinsi çekiyor içine adeta.Kadınsı güzelliğiyle
büyüledi beni burası. Gecesi ayrı bir ruh.. Ayrı bir özgürlük.. Budala bir
şehir de aynı zamanda.. Acıyı köpek gibi hissettirir damarlarında. Her
ilçesinin benim için ayrı bir ruh olduğunu çok sonra fark ettim. Her şeyi çok
geç fark ettiğim gibi.. Mesela Beyoğlu
artık önemini yitirmiş bir eşyadır benim için. Herkesin bedenine
dokunduğu bi hayat kadını ya da… Alışmakta zorlandığım bu şehir şimdi benim ana
rahmine düştüğümden beri yaşayışımın temeli olmuş bir yer gibi.Ruhumda oluşan
tüm yaraları, izleri, sevmeleri, sevişmeleri bir kumbara gibi biriktirip kilit
takıp saklıyor.. Kadınsı ruhu aslında onu nazik kılan. İçinde fırtınalar kopan
ama dışarıya hep süslü, büyülü ve çekici gelen bir kadın..
Üniversitede asistanlık yapma fikri aslında
kulağa-en azından benim için-iyi gelmeyen bir durumdu. Emeğinin karşılığını
alamadığın ve köle gibi çalıştırılma durumları..Herkesin cesaret edip de
giremediği bir sosyoloji bölümünü bitirip okulda kalmayı başarmıştım.
Ankara’dan kopup gelme nedenim de işte bu.İstanbul üniversitesinde çok sevdiğim
hocalarımı da araya sokarak geldiğim bu koca şehirde sosyoloji asistanlığı
yaparak hayatıma kaldığım yerden devam ediyorum. Sosyolojiyi sosyalist olma
gibi algılayan tüm zihinlere bizzat teker teker açıklama yaparak, aslında
sosyolojinin toplumları incelediğini-hatta buna mercek altına almak da
diyebiliriz-anlatırım.Sıkılmadan bıkmadan, yorulmadan.. Sosyoloji yaşamdır,
yaşamaktır. Hayatın hep içindedir. Özümsemektir hayatı.İlişkileri irdeleyebilme
sanatıdır. Bir tek insan sosyolojisi konusunda
yetersiz olduğumu hissetmişimdir. Her aşkı tutkuyla başlayıp hüsranla
sonuçlanan bir kadın olarak. 30 yaşın da verdiği olgunlukla arkadaşlar
arasında, içki masalarında çoğu kez sorgulamışımdır aşktaki hazin sonlarımı..
Aşkı hep rakı sofralarında sorgulamak bile bunun bir sebebi olabilir. Ayık kafa
ile bunu yapmayı hiç başaramadım. Sevmeyi bilmediğimden kaynaklandı bu tür
durumlar. Hüznü uçlarda yaşadığım gibi aşkı da nefesime kadar hissederek
yaşamayı seçtim. Hayaller kurarak,
yaşanılası bir dünya kurdum hep karşımdaki adamlarla. Bekar evlerinde yaşanılan
cinsel hayatlar nasıl uzaksa bana, şefkat dolu, tutku dolu sevmeler hep çekti
beni.. Özenle dokunduğum beden hem hüznüm, hem bedenim hem de yaşama bağlılığım
oldu. Bulutlara değiyordu kanatlarım. Toplum tarafından konulan engeller beni
de bunu sınırlı ölçüde yaşamaya zorladı. Bundan hiç pişman olmadım. Şefkatimin
tutkumun ölçüsü buydu şimdilik..
Kaldığım bu 1+1 güneşi pek de görmeyen ev bana
sabahları daha gün ağarırken, sevdiğim adamın yanında bir türlü uyuyamayışımı
ve sabaha kadar yorgun bitkin kalışımı anımsatır kimi zaman..Bunları düşünürken
hazırladığım kahve hep acı ve hep boğazımda ağır, yutması zor olan bir tat
bırakır ardında.. Panjurlarımla mutluyum ben. Kırmızı boyalı duvarlarımla
mutluyum.Her bir köşesinde dağınıklığımla ödül alabilme derecesine geldiğim ve
her daim sandal kokulu tütsü dolu evimle huzurluyum ben. Mutfağımın dibindeki
kedilere verdiğim yemler yan komşumun sinirini bozsa da bu evde yaşamaktan
büyük keyif alıyorum. Fatih de benim için ruhu olan bir semttir bu yüzden..
Günlerce, haftalarca Sümbül Efendi’de ev aradığım günleri şimdi hatırlıyorum da
iyi ki bu mücadelem sürmüş. İyi ki bu evi tutmuşum ve bu huzur dolu odada
kendime yaşam alanı oluşturmuşum. Ara sıra gelen deniz kokusu yaşadığımı fark
etmemi sağlıyor.Çoğu zaman akşam çıkan meltem rüzgarı bana denizin o tuzlu,
nemli kokusunu getiriyor burnuma. Küçük balkonumda duran ve bana her zaman
yandaş olan küçük radyomla mutlu kahvaltılarımdan birini yapıyorum. Her zamanki
gibi ‘yaşam radyo’ açık ve ben çalan müziklerin buğusuna kendimi bırakmış hafta
sonunun keyfini yaşıyorum. Uzun zamandır takip ettiğim ‘Martının Ayak Sesleri’
başlamış. Bu ses..
Sunucunun sesini uzun zamandır dinlediğimden midir bilmem,
sanki herkesin ilk aşkına benzeyen bir yakınlık , bir his duyuyorum. Ankara’da
iken bu sesten mahrum kaldığım günlere hep acırım. Nerden bulmuştum
hatırlamıyorum. Sanırım taksi ile Kurtuluş’ta arkadaşların tiyatro oyununa
gidiyordum. Evet evet tam da böyleydi. Taksici tıkanan trafikte, benim asık
suratımdan da kurtulmak için radyoyu açmış ve yaşam radyoyu bulmuştu. 40
dakikalık o zaman diliminde, taksimetreye yansıyan ücreti bile olağan bir
durummuş gibi algılamama yardımcı olan bu ses beni çok uzaklara alıp
götürmüştü. Hem şiir okuyor, hem özgün müzik çalıyor hem güncel olaylara
esprili dille gönderme yapıyordu. Taksici bile kaptırmıştı kendini bu güzel
sesli sunucuya. İlk okuduğu şiir Turgut Uyar’dan “ göğe bakma durağı” oldu. Ve
ben bir daha o günden sonra Turgut Uyar’dan hiç vazgeçmedim. Şimdi burada
Sümbül efendideki bu küçük yuvamda o şiir kitabı elimde tesadüfen açtığım
sayfadaki şiiri okuyorum; “Eylül toparlandı gitti işte. Ekim filan da gider bu
gidişle. Tarihe gömülen koca koca atlar. Tarihe gömülür o kadar”diyor Uyar..Soğuyan
çayıma aldırmadan sayfalar arasında kayboluyorum. Radyoda bu kez Kürtçe bir
şarkı eşlik ediyor bana. Rınde.. ODTÜ’lü bir genç olarak yıllar önce bu şarkıyı
küçük bir bekar evinde yaklaşık 10 kişi bağlama eşliğinde söylediğimiz geçiyor
gözümün önünden. O yıllar Kürtçenin yasaklı olduğu yıllardı. Bu türküleri yarım
yamalak öğrendiğim Kürtçemle söylemeye gayret ediyordum.Dış görünüşümdeki
benzerlik dolayısıyla kürt dostlarımdan hiç de ayrı kalmıyordum. Adana aksanı
sinsi sinsi dilime yerleşmiş olsa da; nave te çi ye? Diyen birine Eylül. Tu
jikuyı? Diyordum. Kimi Bitlis diyordu,
kimi Mardin kimi de Muş..
Artık hazırlanmalıydım. Bugün uzun zamandır takip ettiğim bir yazarın
imza günü vardı Mephisto’da. 2 saat sonra orada olmalıydım. Özgür Aral’ı 2 yıldır
okuyorum. İlk kitabı; Sessiz Kuşları 2 günde bitirmiş ve hemen diğer kitabını
almak için kitapçıları gezmiştim. Kendimden çok şey bulmuştum cümlelerinde. Bir
yerlerde kaybolmuş benliğimi bulup ortaya çıkarmıştı sanki. Kadın- erkek
ilişkilerine çok farklı bir perspektiften bakıyordu. Otobüste, kafede
arkadaşımı beklerken, banka kuyruğunda, tuvalette kısacası tüm hayatıma
yayılmış bir şekilde okurdum bütün kitaplarını. Ondan imzalı bir kitabım olsun
çok istemiştim. İşte bugün Özgür Aral’ı görecek ve ona sıcacık bir merhaba
diyecektim.Saat geldi çattı ve ben Mephisto’da bir elin parmağını geçmeyecek
sayıda olan insan topluluğun arasında buldum kendimi. Masanın başında, saçlarında
birkaç ağarmış saç bulunan bıyıklı, siyah gömlekli bir adamdı Özgür Aral.Önümde 4-5 kişi vardı ve ben onun her hareketini
izliyordum.Karşısındakine özenle bir şeyler anlatıyor, kafasında
kurguladıklarını yaşayarak anlatıyordu adeta. Sürekli kalemini elinde
çeviriyor. Minicik ellerinde hayatın yılgınlığını taşıyor gibiydi. Sıra bana geldiğinde
heyecanımı da belli etmeden sımsıcak bir gülümseme ile merhaba dedim ona. Kara
gözlerindeki ‘hoş geldin’ ifadesi çekinmeden yanına oturmamda etkili oldu.
Arkamda kimse olmadığı için bu rahatlığı hissediyor olmam normaldi.Nasılsın
sorusunu soran ilk o oldu. Teşekkür edip, onu uzun zamandır takip ettiğimi ve
ilk kez tanıştığımızı dile getirdim. Mahcup bir gülümseme vardı yüzünde. Benim
gibi onun da gamzeleri vardı. Kendine has kokusu ve konuşma şekli vardı. Doğulu
olduğunu düşündüğüm bu adam bana çok
sahici bakıyor ve konuşmamızın geçtiği 1 saatte hayatı sorgulamama sebep
oluyordu. 2.kitabı olan “Umut Türküsü” romanını elime aldım ve ona uzattım.
Konuşmasını kesmek istemiyor ve kitabı hemen imzalayıp beni göndermek
istemiyordu. Saçlarımın onu çok uzaklarda Muş-Varto yolunda rastladığı, bir
köylü kızına benzettiğini söylüyordu.
Burnumdaki hızmama gidiyordu gözü
sürekli. Koltuğunda asılı duran siyah kadife ceketine takıldı gözüm.
Eşyalarımda kurduğum duygusal bağı acaba o da yaşıyor mu diye geçirdim içimden.
O bir saatte, o dar vakitte neleri sığdırmıştık konuşmamıza. Beyrut’ta geçen 3
yılından, yazar olma fikrinin nasıl oluştuğundan,kadınlardan, erkeklerden bir
çok şeyden söz etmiştik. Farkında değildi ona aşık olmaya başlıyordum. Kirli
sakalları ve uzamış bıyıkları bana aslında hep aradığım tanımadığım bir yüzü
bulup getirmiş gibiydi. Bir ara sigara içmek için benden izin istemiş ve
dışarı, yağmurlu ve kalabalık İstanbul’a adım atmıştı. Kalabalıklaşan
kitapevinde kuytu köşede kalmış, kafamda onlarca soruyla baş başa onun
gelmesini bekliyordum. Kokusunu bırakıp gitmişti sanki. Oturduğu koltukta
bıraktığı izi inceliyor, masada duran kitaplara göz gezdiriyor ve kitaplar
arasında kaybolup duran insanları izliyordum.
Neden sonra geldiğinde benden defalarca özür diledi beklettiği için. Dışarıda
çok sevdiği bir radyocu arkadaşını görmüş ve ayaküstü sohbet etmişler. Ona
ayrılan süre yavaş yavaş sona ermekteydi. Benim de akşama misafirlerim
gelecekti ve artık benim de gitmem gerekiyordu. Güzel ve içten sohbetin
ardından bana Umut türküsünü imzaladı ve oradan ayrıldım. Kitapevinden
çıktığımda aceleyle kitabı açtım ve okudum:Hızmanda başlayan umut rüzgarı beni
çocukluğuma götürdü..sevgiler. Özgür Aral..yazıyordu. Ve yanına iliştirilen bir
kartvizit.. Değişen zamana ve bu güzel tanışmaya duyduğum heyecanı içimde
hissederek İstiklal sokaklarında kayboldum…
Aralık 2006
Yorumlar
Yorum Gönder