Le Monde Gazetesi’nin 100 Yılın En İyi 20 Kitap Listesi
Yüzyılın 100 kitabı, Fransız Gazetesi Le Monde yaptığı anketlerden çıkan, 20. yüzyılın
en iyi yüz kitabı olduğu düşünülen kitapların sınıflandırılmış bir listesidir.
Kitapçılar ve gazeteciler tarafından hazırlanan, 200
kitap içeren taslak halindeki listeye, 17000 Fransız “Hangi kitap
hafızanızda kalıcı bir etki bıraktı?” sorusuyla oy vermiştir.
Muhteşem romanlar, şiir kitapları ve tiyatro oyunları
bu beğeni listesinde yer aldığı gibi komedi mizah türünde yapıtlar da yer
almıştır. Bu listeden 20 tanesini sizler için seçtim.
Buyrun efenim..
1. Albert Camus – Yabancı (1942)
“Herkes bilir ki, hayat, yaşanmak
zahmetine değmeyen bir şeydir. Aslında otuz ya da yetmiş yaşında ölmenin önemli
olmadığını bilmez değildim; çünkü her iki halde de başka erkeklerle başka
kadınlar yine yaşayacaklar ve bu, binlerce yıl devam edecektir. Sözün kısası
bundan daha açık bir şey yoktu. Şimdi yahut yirmi yıl sonra olsun, ölecek olan
hep bendim. O anda yapmakta olduğum muhakemede beni bir parça rahatsız eden
şey, yirmi yıl daha yaşamak düşüncesiyle içimde duymakta olduğum o korkunç
hamleydi. Fakat bu hamleyi yatıştırmak için de, nihayet o gün gelip çatınca
düşüncelerimin neler olacağını tahayyül etmekten başka yapacak işim yoktu.
İnsan madem ki ölecektir, bunun nasıl ve nerede olacağının önemi yoktur, apaçık
bir şeydir bu…”
2. Marcel Proust – Kayıp Zamanın İzinde (1913 – 1927)
Kitap 7 ciltten
oluşur: Swann’ların Tarafı, Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde,
Guermantes Tarafı, Sodom ve Gomorra, Mahpus, Albertine Kayıp,
Yakalanan Zaman
“Nasıl
ki zeki bir insan, bir başka zeki insana aptal görünmekten korkmazsa, seçkin
bir adam da seçkinliğinin, büyük bir soylu tarafından değil, kaba saba bir
köylü tarafından anlaşılmamasından korkar. Dünya kurulduğundan beri insanların
göze aldığı zihinsel çabaların ve bol keseden savurdukları kibirli yalanların
dörtte üçü, kendilerinden daha aşağı seviyede bulunan kişiler uğruna
harcanmıştır ve aslında kendilerini küçültmekten başka işe de
yaramamıştır.” (Swann’ların Tarafı)
3. Franz Kafka – Dava
(1925)
“Kanunda
duruşmalar açık yapılacak diye bir kayıt yokmuş. Bu yüzden de mahkemedeki
dosyalar, özellikle iddianame, sanıkla sanık savunucusuna gösterilmez,
gösterilmeyince de ilk dilekçenin neye dayanılarak kaleme alınacağı genellikle
bilinmez, bilinse de işte öylesine bilinir.”
“Doğrusu
suç olamaz onları böyle güzelleştiren; çünkü, hiç değilse avukat ağzıyla
konuşursam, hepsi suçlu değildir kuşkusuz. Öte yandan, onları güzelleştiren
ileride kendilerini bekleyen ceza da olamaz; çünkü hepsi cezaya
çarptırılmayacaktır. Bunun nedeni, haklarında açılan davadır; dava nasılsa
damgasını vurur onlara.”
4. Antoine de
Saint-Exupéry – Küçük Prens (1943)
“Her
gün aynı saatte gelmelisin” dedi tilki. “Örneğin öğleden sonra saat dörtte
gelirsen, ben saat üçte kendimi mutlu hissetmeye başlarım. Zaman ilerledikçe de
daha mutlu olurum. Saat dörtte endişelenmeye ve üzülmeye başlarım. Mutluluğun
bedelini öğrenirim. Ama günün herhangi bir vaktinde gelirsen, seni karşılamaya
hazırlanacağım zamanı asla bilemem. İnsanın gelenekleri olmalıdır.”
“Ama
yargılanacak kimse yok ki burada!” dedi Küçük Prens. ”O halde, kendi kendini
yargılarsın sen de,” diye yanıt verdi kral. ”En zoru budur. Kişinin kendi
kendini yargılaması, başkalarını yargılamasından çok daha güçtür. Kendi kendini
yargılamayı beceriyorsan, hakikaten bilge bir kişisin demektir.”
5. André Breton
– Nadja (1928)
“Kendimde
gördüğüm her türlü beğeninin, kendimde hissettiğim eğilimlerin ve
yakınlıkların, maruz kaldığım cazibelerin, başımdan geçen ve yalnızca benim
başıma gelen olayların ötesinde, kendimi yaparken seyrettiğim bir sürü
hareketin, yalnızca ve yalnızca benim hissettiğim heyecanların ötesinde, diğer
insanlar karşısında, beni onlardan ayıran şeyin nereden kaynaklandığını değilse
de, neden ibaret olduğunu öğrenmeye çaba gösteriyorum.”
6. Louis-Ferdinand
Céline – Gecenin Sonuna Yolculuk (1932)
“Yıllar
sonra bunları yeniden düşündükçe, bazen kimilerinin kullanmış oldukları
sözcükleri ve bizzat o kişileri yeniden yakalayabilmek mümkün olsa keşke diyesi
geliyor insanın, bize tam olarak ne demek istemiş olduklarını sormak için…Ama
giden gitmiştir… Kimse onlar hakkında bir şey bilmiyor artık. Bu durumda gecenin
içindeki yolculuğunuzu tek başınıza sürdürmekten başka çare kalmıyor.”
7. John Steinbeck –
Gazap Üzümleri (1939)
“Halkın
büyük bir kısmı aç ve çıplak olunca, istediğini zorla alır. Ve bütün tarih
boyunca haykıran küçücük bir gerçek daha: Baskı, ancak baskı altındakileri
güçlendirir ve birbirine bağlar. Büyük mal sahipleri, tarihin bu üç haykırışına
kulaklarını tıkamışlardır. Toprak birkaç kişinin eline düşüp de topraksızların
sayısı arttı mı, büyük mal sahiplerinin her çabası, baskıya doğru yönelir.”
8. Ernest Hemingway –
Çanlar Kimin İçin Çalıyor (1940)
“Çünkü
bu tür işlerde kötü sonuç, başarısızlık, zaten görmezden gelinebilirdi.
Kendinin de, ölümün de hiçbir şey demek olmadığını görmezden gelebilirdi.
Kendinin de, ölümün de hiçbir şey demek olmadığını biliyordu. Bunu gerçekten
biliyordu, herhangi bir şeyi bildiği kadar içtenlikle biliyordu. Son birkaç gün
içinde, bir başkasıyla birlikte olunca, kendinin her şey olabileceğini
öğrenmişti, ama ta derinde, bunun istisna olduğunu da biliyordu. Yaşadığımız
şey istisnaydı, diye düşündü. O konuda çok şanslı oldum. Belki de hiç
istemediğim için armağan edildi bana. Yaşadıklarımız bizden geri alınamaz, yitirilemez
de. Ama bugünün sabahında artık bitmiştir ve yapılacak olan şey artık bu
eylemdir.”
9. Alain-Fournier –
Adsız Ülke (1913)
“Kasabanın
bir ucunda, upuzun, kırmızı bir evdi, beş camlı kapısını da yabani asmalar
örtmüştü; köyden gelince büyük bir kapıdan girilen uçsuz bucaksız avluda üstü
örtülü teneffüs yerleri ve çamaşırlık vardı. Kuzey yönde, üç kilometre ötedeki
La Gare adlı kasabaya giden, kıyısı parmaklıklı yol; güneyde, arkada, tarlalar,
bahçeler ve çayırlar, ta dış mahallelere kadar… Yaşamımın en karmaşık, en tatlı
yıllarının geçtiği evin konumu böyleydi işte. Tıpkı dalgaların ıssız bir kayaya
çarpıp geri çekilmesi gibi, serüvenlerimizin oradan yola çıkıp yeniden oraya
döndüğü ev….”
10. Umberto Eco –
Gülün Adı (1980)
“Ama
gülmekle ilgili bu incelemede seni korkutan neydi? Bu kitabı ortadan kaldırarak
gülmeyi ortadan kaldıramazsın. Kuşkusuz, hayır. Gülme bedenimizin
güçsüzlüğüdür; yozlaşması, yavanlığıdır. Köylünün eğlencesi, sarhoşun
özgürlüğüdür; kilise bile akıllıca davranarak, şölenlere, şenliklere, panayırlara,
insanı neşelendirerek öteki isteklerden ve tutkulardan uzak tutan bu günlük
yozlaşmaya izin vermiştir… Ama gene de gülme, basit insanların savunması, halk
için kutsal olmayan bir gizem olarak kalır.”
11. Claude
Lévi-Strauss – Hüzünlü Dönenceler (1955)
“Burada
da karşınızdaki kişi sizi, kendisinde bulmayı onca istediğiniz insan niteliğini
yadsımaya zorlamaktadır. Kişiler arasındaki ilişkileri belirleyen bütün
başlangıç durumları çarpıtılmıştır, toplumsal oyunun kurallarına hile
karışmıştır, başlatmak olanaklı değildir. Çünkü bu zavallılara eşitiniz gibi
davranırsanız, bunu adaletsizlik sayacaklardır: eşit olmak değildir dilekleri;
gururunuzla onları ezmeniz için yalvarmakta, ayaklarınıza kapanmaktadırlar;
çünkü aranızdaki açıklık büyüdükçe, ilişkiniz gevşediği ölçüde daha dişe
dokunur bir kırıntı ummaktadırlar.”
12. George Orwell –
Bin Dokuz Yüz Seksen Dört (1949)
“Doğruluk
Bakanlığı’nın beyaz duvarında yazılı partinin üç sloganı ilişti gözüne: SAVAŞ
BARIŞTIR. ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR. BİLGİSİZLİK KUVVETTİR. Cebinden bir yirmi-beş
sent çıkardı. İşte onun üzerinde de, küçük, sade harflerle aynı sloganlar
yazılıydı, arka yüzde de Büyük Birader’in portresi vardı. Paranın üzerinden
bile o gözler insanı izliyordu. Paraların üzerinde, pullarda, kitap
kapaklarında, bayraklarda, posterlerde, sigara paketlerinde, her yerde, sizi
izleyen gözler ve sizi sarıp sarmalayan bir ses… Uyurken ya da uyanırken,
çalışırken ya da yemek yerken, içeride ya da dışarıdayken, banyoda ya da
yataktayken, fark etmezdi, kaçamazdınız.”
13. André Gide –
Kalpazanlar (1925)
“Tatlı
bir ses, hesaplarını yapmanın zamanı geldi, diye mırıldandı. Bernard başına
çevirdi. Melek gene yanındaydı. Akıl ver, bana yol göster, dedi Bernard. İşte
baş başayız, dedi Bernard meleğe ve bütün gece, şafağa kadar çarpıştılar.”
“Benim
zavallı giysiciklerimi pek çirkin buluyordu; bir zaman kendisiyle birlikte
yaşayacağıma göre, gerektiği gibi, yani onun hoşlandığı gibi giyindiğimi
görmeyecek olursa, fazlasıyla acı çekeceğimi yineleyip duruyordu.”
14. Gabriel García
Márquez – Yüzyıllık Yalnızlık (1967)
“Ursula,
ona gebeyken bir gece çocuğun karnında ağladığını duymuştu. Ses öylesine
belirgindi ki, Ursula’nın yanında yatan Jose Arcadio Buendia bile uyanmış ve
oğlum vantrilog olacak diye pek sevinmişti. Konu komşu ise, bu olayı duyunca,
çocuğun peygamber olacağını söylemişlerdi. Oysa Ursula, derinden derine duyulan
bu iniltinin, o hep korktuğu domuz kuyruğunun belirtisi olduğuna inanmış ve
çocuğun karnında ölmesi için Tanrı’ya yakarmıştı. Ama yaşlanıp da yılların
deneylerinden geçtikten sonra, Ursula ana karnındayken çocukların ağlamasının,
vantrilogluk belirtisi ya da peygamberlik habercisi olmadığını, sevme
yeteneksizliğinin su götürmez kanıtı olduğunu anladı.”
15. William Faulkner
– Ses ve Öfke (1929)
“Yoldan
dar bir sokak ayrılıyor. Dalıyorum ve biraz sonra yavaşlayıp hızlı yürüyüşe
iniyorum. Dar sokak bina arkalarından geçiyor… boyasız evler, çoğunda neşeli ve
garip renkli entariler asili, arkası çökmüş bir ahir sessiz sessiz çürüyor,
budanmamış ve ot bürümüş, güneş ve arılar içinde pembe beyaz ve fısıltılı sıra
sıra meyve ağaçlarının ortasında. Arkama baktım. Sokağın bası boştu. Biraz daha
yavaşladım, gölgem de bana adımını uydurmuş başını çeke çeke, çiti saklayan
otların arasından gidiyor.
Yol
bir bahçe kapısına dayandı, otların içinde tükendi, yalnızca taze otların
arasında sessizce gizlenen bir patika oldu. Bahçe kapısının üstünden bir
odunluğa atladım ve geçtim ve başka bir duvara geldim ve o duvarı izledim,
gölgem arkamda simdi. Asmalar ve sarmaşıklar vardı, bunlar bizim memlekette
olsaydı hanımeli olurlardı.”
16. Margaret Mitchell
– Rüzgar Gibi Geçti (1936)
“Scarlett
O’Hara güzel değildi, ama cazibesine kapılan erkekler bunun pek farkına
varmazlardı. Tıpkı Tarleton ikizleri gibi. Yüzünde, Fransız aslından bir kıyı
aristokratı olan annesinin ince çizgileri ile İrlandalı babasının kaba hatları
keskin bir şekilde birbirine karışmıştı. Bu, sivri çeneli, köşeli çekici bir
yüzdü. Uçları hafifçe yukdrı doğru çekik olan gözleri, soluk yeşil renkteydi ve
simsiyah kaşları, manolya beyazlığındaki teninde keskin bir çizgi meydana
getirerek yukarı doğru uzanıyorlardı. Güneyli kadınlar beyaz tene büyük değer
verir ve onu kızgın Georgia güneşlerinden, şapkalar, peçeler ve eldivenlerle
korumaya çalışırlardı.”
17. F. Scott
Fitzgerald – Muhteşem Gatsby (1925)
“Hoşgörümü
bu şekilde övmekle beraber bir sınırım olduğunu kabul ediyorum. İnsanların
davranışlarının altında çetin şartlar olabilirdi, ama bir yerden sonra bunu
umursamıyordum. Doğu’dan döndüğüm zaman dünyaya tek bir ahlak sisteminin sahip
olmasını istemiş olabilirim. Kimse için ayrıcalıklı bir bakış açısına sahip
olmak istemiyordum, bir tek bu kitaba adını veren kişi hariç Gatsby. Onda
harikulade bir yan vardı, hayatın getirdiği fırsatlara karşı büyük bir
duyarlılığa sahipti. Hayır, bu ruhsuz bir yaratıcı mizaç değildi, umut etme ve
duygusal atiklik barındıran bir yanı vardı. Gatsby iyi biri olduğunu kanıtladı.”
18. Milan Kundera –
Şaka (1967)
“Birimizle
ilgili sıradan şeyler anlatıyorduk işte. Çifte itiraflarımız basit ve fazlaca
maddiydi. Kaldığı yurda kadar yürüdük, orada bir süre durduk. Bir lamba,
ışığıyla Lucie’yi aydınlatıyor ve ben, o minicik koyu renk mantosuna bakıyor;
genç kızın yüzü ya da ellerini değil, insanı duygulandıran bu giysinin
yıpranmış kumaşını okşuyordum.”
19. Jack London –
Martin Eden (1909)
“Bu
zamana değin böyle bir kadın görmemişti. Onun tanıdığı kadınlar! O anda genç
adamın tanımış olduğu kadınlar, bu şirin kızın iki yanında sıralanıverdiler.
Bir an için kendini bir portre resim galerisinin içinde ayakta duruyor buldu;
galerinin tam ortasında, çevresinde bir sürü kadın portresi bulunmasına rağmen
kız duruyordu ve ölçü yine o olmak üzere bütün bu portrelerin, şöyle bir
bakışta tartılıp ölçülmesi gerekiyordu. Fabrikalarda çalışan işçi kızların
zayıf, hastalıklı yüzleri, Market sokağının güneyindeki, sırnaşık budala,
kavgacı, gürültücü kızlar gözünün önüne geldi. Gördükleri arasında kovboy
kamplarında çalışan kadınlarla, Eski Meksiko’nun tütün içen esmer kadınları da
vardı. Bunlar arasına ince topuklu terlikleri üzerinde kısa adımlarla yürüyen,
taşbebek örneği Japon kadınları; Güney Denizi adalarının kahverengi derili,
başları çiçekten taçlarla süslü kadınları, Asya’nın zarif yüzlü bir çöküşün
damgasını taşıyan kadınları katılıyor ve bu hayaller topluluğunu çoğaltıyordu.”
20. Virginia Woolf – Kendine Ait Bir Oda (1929)
“Bir
ekim günü olduğunu söylemiştim, mevsimi değiştirip bahçe duvarlarının üzerinden
sarkan leylakları, çiğdemleri, laleleri ve ilkbaharın öbür çiçeklerini
betimleyerek saygınızdan yoksun kalmayı ve kurmacanın saygınlığına leke sürmeyi
göze alamam. Kurmaca olgulara bağlı kalmalıdır, olgular ne kadar sahiyse
kurmaca da o kadar iyi olur bize böyle anlattılar. Bu nedenle, mevsim hâlâ
sonbahardı, yapraklar hâlâ sararmıştı ve dökülüyorlardı, olsa olsa daha
hızlanarak, çünkü akşam olmuştu (kesin söylemek gerekirse yediyi yirmi üç
geçiyordu) ve rüzgâr çıkmıştı (kesin konuşmak gerekirse güneybatıdan). Bütün
bunlara rağmen tuhaf bir şeyler oluyordu.”
Yorumlar
Yorum Gönder