Pasolini’yle Röportaj: “Hepimiz Tehlikedeyiz”
Pasolini
ile öldürülmesinden birkaç saat önce 8 Kasım 1975 günü yapılan bir röportaj,
Röportajın başlığının kendisi tarafından saptandığını belirtmek isterim.
Görüşmenin sonunda, geçmişte de olduğu gibi, ayrıldığımız görüş noktaları
belirdi ve ben ona röportaja bir isim verip vermek istemediğini sordum. Biraz
düşündü ve önemli olmadığını söyledi; konuyu değiştirdi. Daha sonra birşeyler
bizi yine bu ana konuya getirdi. ‘işte herşeyin anlamı’ dedi . ‘Sen, şimdi seni
kimin öldürmeyi planladığını bile bilmiyorsun. Bu adı ver istersen : Çünkü ,
hepimiz tehlikedeyiz!
Pasolini, sen birçok
yazında nefret ettiğin şeylerden bahsettin. Tek başına, birçok şeye , kuruma,
görüşe kişiye ve güce karşı bir savaş açtın. Soruyu daha karmaşık hale
getirmemek için, başkaldırdığın bu sahneye ‘konum’ diyeceğim.Senin bahsettiğin bu konum
tüm kötü yanlarıyla seni Pasolini yapan şeyleri kapsıyor. Yani yaratıcı güç ve
değerler senin, ama ya araçlar? Araçlar ‘bu konum’undur. Seninki hayali bir
düşünce diyelim. Bir el hareketi yapıyorsun ve herşey, senin nefret ettiğin
herşey siliniyor. Sen ne oluyorsun? Sen o zaman yalnız ve araçsız kalmaz mısın?
Evet, anladım. Ama ben bu hayali
düşünceyi yalnızca denemiyorum, aynı zamanda ona inanıyorum da . Medyumca değil
tabii ki. Fakat biliyorum ki hep aynı çiviye vurarak tüm bir ev bile
yıkılabilir. Radikallerin verdiği örnek ufak da olsa çok anlamlı : tüm bir
ülkenin bilincini değiştirmeye çalışan üç-beş kişi. Tarih de bize bunun daha
büyük bir örneğini veriyor. Yadsıma, her zaman asıl hareket olmuştur. Azizler,
inzivaya çekilenler, entellektüeller. Tarihi yapan azınlık hep hayır diyenler olmuştur.
Harekete geçiren yadsıma büyük ve tek vücut olmalıdır. Eichman iyi niyetliydi.
Peki onda eksik olan neydi? Onda eksik olan başlangıçta bürokratik ve idari
görevlerini yaparken hayır diyebilmesiydi. Belki arkadaşlarına ‘şu himmler hiç
mi hiç hoşuma gitmiyor’ diye söylenmişti. Belki de şu ya da bu tren, ihtiyaçlar
için günde bir kez duruyor diye isyan etmişti. Ama hiçbir zaman makineyı
durdurmayı denemedi. O halde üç tane konu var önümüzde. ‘Konum’ nedir, onu
neden durdurmak ya da bozmak gereklidir? Ve ne şekilde?
İşte, ‘konum’u
tanımlıyorsun. Bilirsin ki yazıların ve dilin , toz zerreciklerinden sızan
güneş etkisini yapar. Güzel bir görüntü , ama bu durumda az ve silik görülür ya
da anlaşılır, değil mi?
Güneş tasvirine teşekkürler. Ama
ben çok daha azını bekliyorum. Senin etrafına bakıp trajediyi algılamanı. Hangi
trajedi ? Trajedi artık insanoğlunun değil de birbirlerine çarpan tuhaf
makinelerin var olmasıdır. Ve biz aydınlar, geçen yılın ya da on yıl öncesinin
demiryolları tarifesini alıp diyoruz ki: ‘Ne acaip, bu iki tren buradan
geçmiyorlar ki, nasıl olup da bu şekilde çarpıştılar? Ya makinist çıldırdı ya
bir suçlu vardı ya da bir komplo’. Özellikle komplo fikri bizi çileden
çıkarıyor. Tek başımıza gerçekle yüzyüze gelme ağırlığından bizi koruyor. Biz
burada konuşurken birileri bizi dışarı atma planları yapsa ne de hoş olurdu
doğrusu. Kolay ve basit. Biz bazı arkadaşlarımızı kaybederiz, sonra örgütlenir
ve ‘bizi kovanlar’ı biz kovarız yavaş yavaş, değil mi? Televizyonda Paris
Yanıyor’u gösterdiklerinde, herkesin, gözleri yaşlı tarihin tekerrür etmesi
isteğiyle tutuştuğunu biliyorum. Kolay, sen ordan, ben burdan temizleriz, bir
evin dış cephelerini temizler gibi. O zamanlar halkın ‘seçim yapmak’ için
ödediği zorluğun, acının, kanın üzerine şaka yapmayalım. Tarihin o anında
sıkışıp kalındığında bir seçim yapmak, her zaman trajedidir. Faşist Salo, SS
nazi subayı, ya da normal insan, bilincinin ve cesaretinin yardımıyla ona karşı
çıkar. Ama şimdi bu olanaksızdır. Biri sana dostça, kibar ve saygılı bir
biçimde yanaşıyor (televizyonda örneğin). Diğeri -ya da diğerleri- senin
karşına ideolojik görüşleri, savunmalarıyla çıkıyor ve sen bunların tehdit
unsuru taşıdıklarını hissediyorsun. Bayraklarını açıyorlar, sloganlar
atıyorlar, ama onları ‘erk’ten ayıran nedir peki?
Sana göre ‘erk’
nedir, nerededir ve onu nasıl ininden dışarı çıkarırsın?
Erk, bizi hükmedenler ve
hükmedilenler diye ayıran eğitim sistemidir. Ama dikkat etmek gerekir. Bu
eğitim sistemi yöneten sınıflardan, aşağılara taa yoksullara kadar uzanan
sistemi oluşturur. Işte bu yüzden herkes aynı şeyleri arzular ve aynı şekilde
davranır. Eğer elimde bir yönetim kurumu ya da bir borsa girişimi varsa bunu
kullanırım. Aksi takdirde bir engel kullanırım. Ve bir engel kullandığımda,
istediğimi elde etmek için şiddete başvururum. Peki neden o’nu istiyorum?
Çünkü, bana onu istememin bir erdem olduğunu öğretmişlerdir. Ben de bu -erdem-
hakkımı kullanırım. Hem katilimdir, hem de iyi.
Seni politik ve
ideolojik bakımdan tarafsızlıkla, faşist, antifaşist olma ayrımının işaretini
yitirmekle suçladılar.
Bu yüzden geçen yılın demiryolu
tarifesinden bahsediyordum işte sana. Sen hiç vücutları bir tarafa, başları
diğer tarafa baktığı için çocukları pek güldüren kuklaları görmüş müydün?
Sanırım Toto böyle bir görüntüyü denemişti. Işte ben aydınların, sosyologların,
uzmanların ve gazetecilerin gruplarını böyle görüyorum. Olaylar burada cereyan ediyor
ve baş diğer tarafa bakıyor. Faşizm yok demiyorum, yalnızca dağdayken denizden
bahsetmekten vazgeçin diyorum. Burada öldürme isteği var. Ve bu istek bizi
bütün bir sosyal sistemin iflas etmiş solunun, solcu kardeşleri gibi bağlıyor.
Eğer her şey kara kuzuyu ayırmakla çözülseydi benim de hoşuma giderdi doğrusu.
Ben de kara koyunları görüyorum, hatta hepsini görüyorum. Bela da burada işte.
Moravia’ya da söyledim. Ben yaşadığım hayatla bir bedel ödüyorum. Tıpkı
cehenneme inen biri gibi. Ama döndüğüm zaman -eğer dönersem- farklı şeyler
görüyorum. Bana inanın demiyorum. Gerçekle yüzyüze gelmemek için her zaman
konuyu değiştirmeniz gerek diyorum.
Peki gerçek
hangisidir?
Bu kelimeyi kullandığıma pişmanım,
‘Açıklık’ demek istiyordum. Olayları sıralı tekrarlayalım. Ilk önce trajedi: ne
pahasına olursa olsun her şeyi elde etme arenasına bizi iten, ortak, zorunlu ve
yanlış bir eğitim. Bu arenada kimimiz kanunlar, kimimiz de engellerle
silahlanmış şekilde itilmişizdir. O halde ilk ve klasik ayırım ‘zayıflarla birlikte
olmak’tır. Ama, bir ölçüde herkes zayıftır çünkü herkes kurbandır, diyorum ben.
Ve herkes suçludur da, çünkü herkes katletme oyununa hazırdır. Alınan eğitim:
‘sahip olma, elinde tutma ve yok etme’den ibarettir.
O halde başlangıç
sorumuza dönelim. Sen, hayali olarak , herşeyi yok ediyorsun, ama sen
kitaplarda yaşıyorsun ve onları okuyan zekalara ihtiyacın var. Yani,
tüketiciler aydınların ürünleriyle eğitiliyorlar. Sen, sinema yapıyorsun ve
yalnızca hazır platolara değil, birçok büyük teknik makineye ihtiyacın var.
Bütün bunları yok edersen, sana ne kalıyor?
Bana her şey kalıyor, yani kendim,
hayatta olmam, görmem, çalışmam ve anlamam. Olayları anlatmanın, dilleri
dinlemenin, dialektler yaratmanın, kukla tiyatrosunun bin şekli vardır.
Diğerlerine çok daha fazlası kalır. Beni örnek alabilirler, benim gibi bilgili veya benim gibi
cahil. Dünya daha büyür, her şey bizim olur ve ne borsa, ne yönetim kurulu ne
de engellere başvurmamız gerekir. Görüyorsun, bir çoğumuzun hayal ettiği
dünyada (tekrarlıyorum: geçen yılın demiryolu tarifesini okumak, hele bu
koşullarda yıllar öncesininkini okumak) silindir şapkasıyla ve ceplerinden dolarlar
akan patron ve çocuklarıyla adalet dilenen sıska dul vardı. Kısacası, Brecht’in
güzel dünyası.
O dünyaya özlem
duyuyorsun diyebilir miyiz?
Hayır, patron olmaksızın patrona
karşı çıkan o zavallı ve gerçek halka özlem duyuyorum. Her şeyden
soyutlandıkları için kimse onları sınıflandıramamıştı. Ben patronla aynı, ne
pahasına olursa olsun, her şeyi isteyen zencilerden korkuyorum. Bu acımasız
şiddete yönelik inatçılık artık karakter ayrılığını yıkıyor. Son anda hastaneye
kaldırılan kimse -biraz yaşama belirtisi varsa- doktorların yaşama olasılığı
hakkında söyleyeceklerinden çok polislerin suçlu konusunda söyleyecekleriyle
ilgilenir. Dikkat edilmesi gereken şey, neden-sonuç zincirinin, ya da kimin baş
suçlu olduğunun benim artık ilgimi çekmemesidir. Senin ‘konum’ diye
tanımladığın kavramı açıkladığımızı zannediyorum. Tıpkı bir şehirde yağmur
yağdığı zaman türbinlerin suyla dolması gibidir. Su yükselir, masum bir sudur
bu, ne denizin hırçınlığı ne de nehrin kollarının kötülüğü vardır bu suda.
Fakat , herhangi bir nedenden dolayı alçalmaz da hep yükselir. Birçok çocuk
şiirindeki, ‘yağmurun altında şarkı söylerken’deki sudur. Ama yükselir ve seni
boğar. Eğer bu noktadaysak diyorum, zamanımızı oraya buraya bir etiket koyarak
geçirmeyelim. Bu lanet olası suyun çıktığı noktayı bulalım, henüz hepimiz
boğulmadan.
Sen bu yüzden mi,
zorunlu olan bir okula gitmeyen cahil ve mutlu çobanlar istiyorsun?
Böyle tanımlamak pek basit
kaçardı. Ama bahsedilen zorunlu okul, umutsuz gladyatörler üretiyor. Kitle,
umutsuzluk ve hınç olarak büyüyor. Ben belki inanmadığım bir fikir ortaya attım
diyelim. Siz bana bir başkasını söylersiniz. Yani özgür ve kendi kendinin
patronu olmak, amacı yüzünden ezilmiş halkın katışıksız devrimi için
hayıflanıyorum denebilir. Italya ve dünya tarihinde hâlâ böyle bir anın
gelebileceği hayalini kuruyorum. Bu, düşündüğüm gelecek şiirlerimden birinde
esin kaynağı olabilir. Ama bu bildiğim ve gördüğüm değil, düşlerimin dışında
demek istiyorum. Ben cehenneme inmiyorum ve başkalarının huzurunu neyin
bozmadığını biliyorum. Ama dikatli olun. Cehennem size doğru yükseliyor. Tabii
ki farklı maskeler ve bayraklarla geliyor. Tabii ki kendi değişmezliğini,
açıklamasını düşlüyor. Ama onun engel koyma gereksinimi, saldırma, öldürme
isteği kuvvetli ve geneldir. ‘Şiddetli hayat’a başlayan birinin deneyimi uzun
süre gizli kalmayacaktır. Kendinizi kandırmayınız. Ve siz okulunuz,
televizyonunuz, gazetelerinizle birlikte sahip olma ve yok etme düşüncesi
üzerinde temellendirilmiş düzenin savunucularısınız. Ne mutlu size ki bir suçun
üzerine güzel bir etiket yapıştırdığınızda mutlu oluyorsunuz. Bu bana kitle
kültürünün başka bir işlemi gibi görünüyor. Bazı şeylerin gerçekleşmesine engel
olunamadığında, çeşitli raflar meydana getirerek huzur bulunuyor.
Ama ortadan
kaldırmak, yaratmak demek olmalı. Tabii eğer sen de bir yıkıcı değilsen.
Kitaplar, örneğin, ne anlam taşıyorlar? Halk için değil, kültür için
üzülenlerin yanında görünmek istemiyorum ama senin farklı dünya görüşünde, bu
kurtarılmış halk, artık primitif olma özelliğini kaybetmiş olacak (bu sana sık
yöneltilen suçlardan biri), eğer daha gelişmiş tanımını kullanmazsak…
Tüylerimi diken diken ediyor.
Moravia konuşmamda açıkladığımı
sanıyorum. Kapamak, benim lisanımda değiştirmek demektir. Durumun umutsuzluğu
ve kesinliği ölçüsünde kesin ve umutsuz bir değişim. Moravia ile, özellikle de
Firpo ile gerçek anlamda bir tartışmayı önleyen şey, aynı sahneyi görmeyen,
aynı halkı tanımayan, aynı sesleri duymayan insanlara benzememizdir. Size göre
bir olay, güzel, düzenli, net başlıklı olarak tanımlandığında gerçekleşir. Ama
altında ne vardır? Orada malzemeyi inceleyen ve ‘beyler bu bir kanserdir, iyi
huylu bir ur değildir’ diyebilme cesaretine sahip bir cerrah eksiktir. Bir
kanser nedir? Tüm hücreleri değiştiren, her türlü mantıkla açıklamayı yadsıyan
çıldırtıcı boyutlarda onları büyüten bir şeydir. Önceleri bir aptal ya da bir
talihsiz olsa da (kanserden önce diyorum) önceki sağlığına kavuşabilmeyi hayal
eden hasta, bir nostaljik midir? Işte, her şeyden önce aynı eski görüntüye
sahip olmak için büyük bir çaba gösterilmesi gerekir. Ben politikacıları,
onların formüllerini dinliyorum ve deli oluyorum. Hangi ülkeden bahsettiklerini
bilmiyorlar, ay kadar uzaklar. Edebiyatçılar, sosyologlar ve her türden uzman
da öyle.
Senin için bazı
şeyler çok mu net peki?
Artık kendimden bahsetmek
istemiyorum. Fazla bile söyledim. Herkes bilir ki, ben deneyimlerimi birey
olarak ödüyorum. Fakat benim kitaplarım, filmlerim de var. Belki ben de
yanılıyorum. Ama yine de hepimiz tehlikedeyiz demeye devam ediyorum.
Pasolini, eğer sen
yaşamı böyle görüyorsun -bilmem ki bu soruyu kabul eder misin- riski ve
tehlikeyi nasıl önlemeyi düşünüyorsun?
Saat oldukça geç olmuştu, Pasolini
ışığı açmamıştı ve not almak gitttikçe güçleşiyordu. Yazdıklarıma birlikte göz
attık. Sonra artık soruları bir yana bırakmamızı önerdi. ‘Çok soyut kalan bazı
noktalar oldu sanıyorum. Bırak biraz düşüneyim, gözden geçireyim. Bir sonuç
bulmam için biraz zaman tanı bana. Benim için yazmak konuşmaktan daha kolaydır.
Yarın sabaha, sana eklediğim notları bırakırım.’ Ertesi gün, Pazar günü , Pier
Paolo Pasolini’nin cansız vücudu, Roma polisinin teşhis odasındaydı.
Röportaj: Tutto
Libri, 8 Kasım 1975
Yorumlar
Yorum Gönder